11 Kasım 2013 Pazartesi

MODACIK

Baktım ben yazamıyorum uzun zamandır, dedim sayın Umut Cemgil, siz de en az benim kadar modadan anlamıyorsunuz ve fakirsiniz bir de üstüne erkeksiniz, buyrun siz yazın. Yazdı sağolsun boyfriendim. 
Yeterince havalı bir blog olsam konuk yazar derdim ama şu an diyebileceğim tek şey "Yazar mısın yea eki eki" kontenjenından yazarım Umut Cemgil'den moda üzerine bir yazı:


MODA… Çağımızın vebası. Her yıl birçok genç kızımızın pantolonlara sığmak uğruna bir taraflarını kırdığı, arkadaşlıkları bitiren, arkadaşlıkları başlatan, erkeklere ılık yaftasının yapıştırılabildiği, gıybet ve entrikalar dünyası. Kavram ve içerik olarak İtalya’da peydah olduğu tahmin ediliyor. İtalyanlar’ın roma rakamı, Mussolini ve Mario Balotelli’den sonra insanlığın başına açtığı en büyük bela. Belki Balotelli’den önce gelebilir.
Peki, bu İtalyanların götü ne oldu da kaşındı? Bu belayı başımıza neden sardılar? Şehirler fethedip birbirlerinin karılarını değiştirmeler, “olmaz Julius ben senden daha gavatım” demeler falan ne ara popülaritesini yitirdi de entarileri çıkartıp bikiniler giymeye, piercingler yaptırmaya, sürekli rock müzik dinleyip anaya babaya saygısızlığa başladılar?

Konuyla ilgili tarihçilerin çok fazla bir çalışması yok. Yani ilk hangi gavatın çıkıp “Hey Augustus, bu donu ben diktim, sence karımın götünde güzel durmuş mu?” dediğini bilmiyorlar. Ancak benim bireysel olarak yaptığım çalışmalarda, bununla ilgili çok enteresan bir toplulukla karşılaştım: Vizigotlar.

Tarihteki ilk modacının mezar taşı. “Sadece entarilerden üzümlerden kurtulun istedim şerefsizler.”

Vizigotlar, kanka kavimleri Ostrogotlar ile birlikte (yakınlıklarını anlamanız için Moldova-Romanya kankalığını örnek gösterebilirim) sürekli elektrik kesintileri, ilkel toplu taşıma koşulları (Metrobüs, Ikarus vb) gibi sıkıntılardan artık bunalmış ve meşhur Roma İmparatorluğu’na doğru şöyle bir uzanmak istemişlerdir.

Bir metrobüs (M.S. 365). Bazen yakıtla, bazen insan gücüyle hareket ettirilebilen, tekerlek isimli aparat ve sürücü isimli ehlileştirilmemiş canlılar tarafından yönlendirilen taşıma aletidir.

Vizigotlar, yön bilgileri zayıf olduğu için sürekli deniz kıyılarından seyahat etmişler ve bu seyahatleri süresince önlerine gelen her şeyi yakıp yıkmışlardır. Bu seyahatlerin kaçınılmaz sonucu olarak yeni kültürlerle kaynaşarak var olan kültürlerini adeta çöplüğe çevirmişler, Asya, Doğu, Orta ve Batı Avrupa falan Allah ne verdiyse karışıma uğramışlar, en nihayetinde ise bölünerek çok daha geniş alanlara yayılmışlar. Bu kültür farklılıkları yıllar içerisinde giyim kuşam alışkanlıklarına da etki etmiş, savaşlardan ve kraliyet binasının mozaiklerine kimin resminin yapılacağı tartışmalarından fırsat buldukça götlerini başlarını birbirlerinden daha farklı örtmenin gayretine düşmüşlerdir.

Navigasyon bilgileri sıfır olan Vizigotların bugünkü İspanya topraklarına ulaşma serüveni. Hiçbir topluluk bu kadar gerizekalı olamaz galiba.

Tahminen MS 400 yılları sırasında Roma topraklarına ulaşan Vizigotlar, burada kafaya takılan zeytin dallarını, beyaz entarileri görünce “entari giyilen ortamda delikanlılığın esamesi okunmaz” diye dellenerek Roma’yı bir güzel dağıtmış, günlük hayat ve eğitim alanında büyük bir kılık kıyafet reformuna gitmişlerdir. Bu reformlara göre Vizigotlar Roma halkından, beden eğitimi derslerinde aşortman denilen altlı üstlü bir kıyafet, günlük hayatta ise çeşitli desenlerle süslenmiş daha insancıl kıyafetler giymeleri istenmişti. Sonrasında bu reformların halk tarafından daha çabuk kabul görmesi açısından kıyafet yarışmaları düzenlenmeye başlanmış, yarışmalar neticesinde birinciye mermer, ikinciye bakır kablo, üçüncüye de taze zeytin dalı verilmesi kararlaştırılmış.
Süreç bu minvalde ilerlerken, birincilik ödülü olan mermer herkesin hayallerini süslediğinden, insanlar artık giydiği, yaptığı kıyafetler için fikir alış verişlerinde bulunmaya başlıyorlardı.

Bilinen ilk AŞORTMAN takımı. General Stilicho tarafından ilk dersin beden eğitimi olduğu günlerde ceketin üstüne giyilirdi.

Tarihin de getirdiği bu alışkanlık artık Romalıların gavat bir medeniyet olmalarına kadar gitmişti. Vizigotlar ise artık absürd bir gelenek halini alan bu uygulamadan sıkılarak “siktiret biraz da şu tarafa yürüyelim” deyip İspanya’nın yolunu tutmuşlar, ancak zilyon kültür karmaşası neticesinde çingenelere dönüşerek her biri ayrı yerlere göç ederek, topluluk olarak tarih sahnesindeki yerlerini terk etmişlerdir.
Bu aşamadan sonra moda, zengin Romalıların zengin Romalılara hava atma aracı olmuş ve gelenek bugüne kadar devam etmiştir.

GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİ’NDE MODA
Aslında zenginliği falan eleştirecek değilim. Çünkü zenginlik eleştirilerek değil, harcayarak biter. Bunu da yapacak olan bizler değil, yine zenginler. Sonuç itibariyle -iyi veya kötü- moda dünyasındaki zenginlerden bahsetmeye hiç gerek yok. Dizimi kırıp senden benden bahsetmeye çalışacağım.
Zenginlik göstergesi olarak bilinen her şeyde olduğu gibi, kıyafetler de fakir insanların elinde değer kazanarak zenginlerin beğenisine sunulur. En güzel görünen fakir işi hangisi ise ona çok para verilir ve verilen bu para, temsilen 10 bin TL, ilginç bir ticaret döngüsüyle dönüp dolaşarak fakir işçinin eline 600 TL olarak geçer.

Ütücü Mustafa, ayda kazandığı 600 TL ile makinacı Aysel’e çıkma teklifi yapmanın planlarındayken. Ütülediği pantolonun hangi ikoncanın götünde olacağı zerre umurunda değil. O, makinacı Aysel’in götünü düşünüyor. O sırada muhtemelen radyoda Kral FM açık. Ancak Aysel’in Mustafa’da hiç gönlü yok. Atölyede çıkan dedikodulara göre Aysel, ustabaşı Mehmet ile işi pişirme aşamasında. Üstelik kalite kontrolcü Ali ile ilişkileri yeni bitmişken!

Her ne kadar işin tam göbeğinde olsalar da, giyim işçileri için moda ve kıyafet son birkaç yıla kadar önemli bir mesele değildi. Ne zaman ki arabesk rap türedi, ne zaman ki kirli kotlar ortaya çıktı, işte biz o zaman tükendik. Yine de bahsettiğim son birkaç yılı saymazsak, giyim atölyeleri küçük insanların küçük entrika yuvaları oldu. Bir bakıma, zengin insanların büyük dünyası, bir minyatür olarak canlandırıldı.

Fazla dedikodu yapmamaları için ağızları kapatılmış bir grup tekstil işçisini görüyorsunuz.

Moda, Türkiye’de sadece bir avuç insanın elinde ve kıyafetler bu insanların arasında dönüp dolaşıyor. Ve mümkünse, bir kıyafet bir defadan fazla giyilmiyor ve döngüsel olarak şekil değiştirip başka bir zenginin dolabına giriyor. Yani tahminen Türkiye’de sadece 50 tane lüks kıyafet var ve bu döngü sayesinde tasarımları değişirken sayıları hiçbir zaman değişmiyor. Modaya göre kıyafetin güzel olması değil, giyilen organın güzel görünüp görünmemesinde saklı. Eda Taşpınar’ın giydiği bir kıyafetin Kırşehirli makinacı Aysel’in giymesi, o kıyafetin değerini 50 bin TL’den 10 TL’ye düşürür ve işe bakın ki o kıyafeti yapan kişi yine de kâr eder!

Bir adet göt ve dikkatli bakıldığında hemen götün üstünde Eda Taşpınar’ın yüzünü seçebiliyoruz.

Yukarıdaki kıyafetlerin tasarımcılarını, defilelerinden hemen sonra tımarhaneye yatırmışlar.

Burada bitirmek istiyorum. Konuyu toparlamaya gelecek olursak, moda hakkındaki yazdığım tüm bu şeyleri bir saat içerisinde düşündüm.  Hayatım boyunca dışarı çıkıp kıyafet baktığım tek insan bu blogun sahibi olan manitam oldu. Ve bu kıyafet bakma tecrübelerimden sonra moda ve giyim kuşam hakkında söyleyebileceğim tek şey “Güzel olmuş ya. İyi yani. Rengi de hoş.”
Moda hakkında aslında hiçbir şey bilmeyen, birkaç sene öncesine kadar tek fikri “daha götünde don yok” olan bir insanın moda hakkındaki görüşlerini okudunuz. Bittiyse bir yüzünüzü yıkayın.